Fotoğraf: Mustafa Döşdemir

Lavanta Tarlasında Bir Yerli Asma

İlk başlarda “Acaba tutacak mı?” diye çok endişe etmişti. Ama lavantalar toprağını sevmişti. “Demek ki nereli olursan ol, toprağını sever, suya ulaşırsan orada yeşerip çiçek açabiliyormuşsun,” diye geçirdi içinden.
26 Kasım 2025
8 dakika

Elinde su dolu bir bidonla lavanta tarlasında yürümeye başladı. Tarla, hafif eğimli bir tepenin yamacındaydı. Tepenin eteğinden Kızılırmak Nehri geçiyordu. Aralarından geçen tren, tarlayı ve nehri birbirine paralel eğimli iki gri çizgiyle ayırıyordu. Yirmi bin tane lavanta fidanı dikmişti bu tarlaya. Lavantalar sıra sıra, uzun birer ip gibi, tarlanın alt kısmındaki tren yoluna ve onu takip eden Kızılırmak Nehri’ne dik uzanıyordu. Batmaya meyleden güneş, naif bir elin dalgalı bir kadın saçı üzerinde gezmesi gibi, ışığını lavanta çiçeklerinin dallarında gezdirdiği esnada, çiçeklerin moru bambaşka bir tona bürünmüştü. Ilık esen rüzgâr lavantaların uzun, çiçekli dallarını hafiften sallıyordu. Alnından dökülen terle suladığı bu mor çiçeklerin gün batımındaki omuz omuza dansını hayranlıkla izliyordu. Yatağında kıvrıla kıvrıla akıyordu Kızılırmak. Ve bir tren geçiyordu, dumanını savurarak.

Lavanta tarlasının üst kenarına doğru yürümeye devam ediyordu. Dışarıdan seyreden biri “Bu adam tepe tırmanıyor,” demezdi. Elinde yük, yokuş çıkıyor olmasına rağmen çok çevikti. Bir yandan tepe tırmanıyor, bir yandan da bu tarlaya bacanağıyla, eşiyle, çocuklarıyla, bütün bir aile ne kadar emek vermişti, onu düşünüyordu. Seviyordu burayı. Seviyordu burada olmayı. Bu çiçekler buralı değildi ama. İngiliz lavantası diye geçiyordu. İnsanın tekrar tekrar içine çekmek isteyeceği keskin ve güzel bir kokusu vardı. Yağı çok kıymetli bir cinsti. İlk başlarda “Acaba tutacak mı?” diye çok endişe etmişti. Ama lavantalar toprağını sevmişti. Kök salmış, yeşermiş, sonra boydan boya koca bir tarlayı mora boyamıştı. “Demek ki nereli olursan ol, toprağını sever, suya ulaşırsan orada yeşerip çiçek açabiliyormuşsun,” diye geçirdi içinden.

Otuz beş yaşından sonra pulluk ve kazayağı arasındaki farkı öğrenmiş, eline çapa almış, karık açmış, fidan dikmiş ve toprakla tanışmıştı. Bugüne kadar ruhu hep bir toprak aramıştı aslında, ayağını basacağı bir toprak, dünyanın öbür ucuna da gitse döndüğünde “Benim,” diyeceği, koklayacağı bir toprak. Ama ruhu çıplak ayak toprağa bassa da kafasının içinde kravatlı bir memur yaşıyordu. Lavantayı seçmesinde o memurun telkinleri büyük rol oynamıştı: “Su istemez, altında ot bitirmez. Yabani otla ilk üç yıl mücadele et, yılda bir kazayağı çek, üç yıldan sonra bir şey yapmana gerek yok. Yıllık izinde hasat yapar, yağını çıkarır, satar, paranı cebine koyarsın.” Kafasındaki memurun dediği gibi cereyan etmedi olaylar. Çok meşakkatli bir yolda yürümekti çiftçilik.

Dalından tuttuğu her fidanın gövermesinden mutlu olmuştu. Bir ana babanın gözünün önünde çocuklarının büyümesine tanıklık etmesi gibiydi bu duygu. Zayıf kalan, yer yer kuruyan lavanta olduğunda da bir o kadar üzülüyordu. Bu süreç onu çok zorlasa da hiç vazgeçmedi. Toprak, ait olma duygusunu besliyordu. Ayrıca yeşeren her fidan, açan her çiçek onu doğaya daha bir bağlıyor, kendini o doğanın parçası gibi hissettiriyordu. Hayat olağan akışında devam ederken, olağanüstü bir kavganın ortasında, yaralı bir ânında tutunmuştu bu toprak parçasına, bu fidanların dalına. Yeniden mücadele vermenin bir başka yoluydu yetiştirdiği bu fidanlar. Hayata tutunmanın, hayata “Ben buralarda yürüdüm. İşte bunlar da ayak izlerim,” demenin bir başka biçimiydi belki de. Çocuklarının bol bol fotoğrafını çekerdi o küçük fidanların arasında. Yıllar sonra büyüdükleri zaman yine aynı yerde aynı pozu çekecek ve fotoğrafları karşılaştırıp iç geçirecekti çocuklarıyla birlikte. O tarla ona sadece geçmişte özlemini duyduğu ait olma duygusunu vermemişti, sanki o mor çiçeklerinden eline bir kement tutuşturup geleceğe de tutunmasını sağlamıştı.

Tarlanın en yüksek ve görüş açısı en güzel noktasında küçük bir alan ayırmıştı. Oraya ailesi ve arkadaşlarıyla güzel vakit geçireceği bir çardak yapmayı planlıyordu. Etrafına bacanağının getirdiği özel bir türden on tane asma fidanı dikmişti. Asma fidanları büyüyecek ve çardağın her yerini saracaktı. Hem gölgelik yapacak hem de dallarında yetişen üzümleri çocukları bizzat kendi elleriyle koparıp yiyecekti. Dört yıldır yetiştirdiği yirmi bin lavanta fidanı, bir aydır yaşatmaya çalıştığı şu on asma fidanı kadar heyecanlandırmamıştı onu. Evet, lavantalar çok güzeldi. Ama çocukluğunda imrendiği bahçelerin hepsinde asma dikiliydi; lavantayı kim bilirdi ki? Eldi o. Güzel de açsa, güzel de koksa, çalımlı bir İngilizdi sanki onun gözünde. Ama asma buram buram buralıydı. İzmirliydi, Ispartalıydı, Erzincanlıydı, Kırşehirliydi. Asma, gözeneklerine kadar Anadolu’ydu onun için.

Lavanta sıraları için birkaç yıl gecikmeli de olsa damla sulama sistemine geçmişlerdi. Ancak asma fidanlarının bulunduğu yerin eğimi, suyun damlama marifetiyle ulaşmasına izin vermemişti. Diktiğinden beri her hafta elindeki bidonlarla su taşımıştı bu tepeye. İlk haftanın sonunda yarısı kurumuştu bile. İkinci haftanın sonunda da diğerleri kurumuştu. Sadece bir tanesi, yeşil yapraklarıyla hayata tutunmuştu. Elindeki su bidonlarını da işte bu kalan son asma fidanını sulamak için taşıyordu. Bu bir haftalık sürede idare edebilsin diye kapağına delik açtığı, baş aşağı çevrilmiş şeffaf bir su bidonunu asma fidanının hemen yanına gömmüştü. Bacanağı vermişti ona bu aklı. İlkel de olsa bir nevi el yapımı damla sulama sistemiydi yaptığı.

Fotoğraf: Mustafa Döşdemir

O tek asma fidanını sulamak için koşar adım gidiyordu âdeta. Asma fidanına yaklaştıkça, daha hareket hâlindeyken gözleriyle onu aradı. Etrafını saran kısmen yabani otlardan ve taşlardan çok net görünmüyordu. “Hem henüz küçük bir asma fidanıydı o, yeşil yaprağının o kuru otlar arasından belli olmaması normal.” diye geçirdi içinden. Yaklaştıkça içini bir telaş aldı, yeşil namına hiçbir şey göremiyordu. Tırmanma yerini koşmaya bıraktı. Asma fidanının yanına ulaştığında dizlerinin üzerine çöktü kaldı.

Su şişesi büzüşmüş bir hâlde, güneşin de etkisiyle şeffaf plastiğinin rengi hafif sarımtırak bir hâl almıştı. Ancak içinden tek bir damla dahi su eksilmemişti. Çok basit bir fizik kanununu gözden kaçırmıştı: Baş aşağı çevirerek gömdüğü, altı delik su bidonunun üstüne de bir delik açması gerektiğini bilmiyordu. Bidonun içine hava giremeyince, su da dışarı çıkamamıştı. Yeşil asma yaprağı arayan gözleri, kuru kahverengi bir yaprak bulmuştu. Asma fidanı, âdeta can havliyle son bir kez suya ulaşmak için hamle yapmış gibi, su bidonuna eğilmiş şekilde öylece kurumuş kalmıştı. Suya baka baka susuzluktan ölmüştü.

Bir aydır bu fidan yaşasın diye elinde şişe şişe su taşımıştı bu tepeye. Olay, kuruyan bir asma fidanından ibaret değildi. Bakmakla yükümlü olduğu, kendine emanet bir cana bakamamıştı. Onun yüzünden kurumuştu. Kendini suçlu hissediyordu. Dizlerinin üzerine çökmüş halde kendine kızmaya başladı: “Bir tane asma fidanına bile bakamadın; kuruttun, öldürdün. Senin neyine çiftçilik, neyine toprak, neyine tarla! Bu yaşına kadar fidan mı suladın, tarla mı ektin, bahçe mi belledin? En sonunda olacağı buydu zaten.” Kurumuş asmadan ve yanındaki toprağa gömülü, su dolu şişeden gözlerini alamıyordu. Bu küçücük sahne, içinde bastırdığı ne kadar duygu varsa hepsinin bir volkan gibi ruhunda patlamasına yol açmıştı. Ait olmayı toprakla bütünleştirmişti. Emekle de perçinlediğine inanmıştı. Toprakla kurduğu bu ilişkinin, ruhunun da tabiatla bütünleşmesine yardımcı olacağını düşünmüştü. Ama bu zahmetli yolun bedeliyle yüzleşmek ona ağır gelmişti. Koca tarlayı eken, yirmi bin İngiliz lavantasını yetiştiren bu adamı, bir yerli kuru asma fidanı yıkmıştı. “Demek ki kendi toprağında da olsa susuz kalınca kururmuş her fidan,” diye geçirdi içinden.

Karmakarışık bir haldeydi. Üzgündü. Ama anlamlandırmaya çalıştığı bir rahatlama, bir fark ediş hissi de vardı bu üzüntünün kıyısında. Yaban bir toprağa tutunan lavanta, öz toprağında kuruyan asmayla birlikte aidiyetin sadece topraktan ibaret olmadığını göstermişti ona. Emekle beslenen her fidanın suyla buluşması halinde, her şeye rağmen yaban bir toprağı da sevebileceğini göstermişti. Kendini istemsizce hep asma fidanıyla bütünleştirmişti bunca zaman. Ya lavanta! Lavantaya hiç bu gözle bakmamıştı. Ama öte yandan ait olmak ve toprak ilişkisini, yerli asma ve yabancı lavanta üzerinden daha makul bir zemine oturttu zihninde. Son âna kadar direnen asma fidanı, hayata veda ederken ona tutunacak yeni bir dal uzatarak gitmişti aslında.

Öylece bıraktı o kuru asmayı, yanındaki büzüşmüş, içi su dolu bidonla. Terleye terleye, yorula dinlene çıkardığı su dolu bidonları da öylece bıraktı orada. Elleri boş, yüksüz bir şekilde iniyordu tepeyi sözde ama arkada bıraktığı kuru asmanın ruhunda yaptığı ağırlık, âdeta bir dağı tırmanır gibi hissettiriyordu kendisini ona. Öte yandan içinde, bilmece çözen bir çocuğun neşesi, sorusuna cevap bulan bir seyyahın huzuru vardı. Yine kıvrıla kıvrıla akıyordu Kızılırmak. Yine bir tren geçiyordu, dumanını savurarak. Artık bir başka desen görüyordu trenin dumanında, bir başka nağme duyuyordu Kızılırmak’ın çağıltısında. Ve artık bir başka gözle bakıyordu batan güneşin son ışıklarıyla oynaşan lavantaya.

Author

  • GMT +1 / GMT +2. Birçok şeyden biraz, en çok da seyyah. Zafer kovalıyor ama sefere âşık.

sf. - Saat Farkı sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin